12.11.10

Mesela sana aşık olsam. Bildiğin aşık olsam. Her türlü fizyolojik özelliklerini kendimde görebilsem.

Ama işte hep o eski zamanlarla mı kıyaslarım ki seni?

Hoş zaten, hep o açığı kapatmak için uğraşmıyor muyum? Hep, “acaba?” demiyor muyum.

Mesela sana aşık olsam. Onunlaykenki gibi olur muyuz? Hatta onu geçip merkezim sen olur musun?

Mesela sana aşık olsam.

Cidden aşık olsam.

Ne güzel olurdu be amınakoyayım aşık olsam…

8.11.10

-Bırak beni, bırak dedim sana!


Kendi kendini tutmuştu. Kendi beynini, kendi bedenini… Obsesyonuydu bunu yapan, kendi değildi. Ya da böyle diyerek kandırıyordu kendini; kendisinden bir başka “kendi” yaratmıştı.

Öğlene doğru uyandığında gözlerini hiç açmamıştı. Kör olmayı ve birazdan göreceğini tahmin ettiği şeyleri hayatının hiçbir zavallı evresinde görmek istemiyordu. Durdu. Nefesini yavaşlattı, kalp atışlarını dinledi. Karnının yatak ile birleştiği noktasından, orman davulcuları son konserlerini verirmişcesine gümbürtü çıkıyordu. Sakin oldu. Yavaşça doğruldu. Gözleri hala kapalıydı, hala inkar etmek ve her zaman yaptığı gibi gerçekliği kafasının arkasına atıp dışarı çıkmak istiyordu. Ayaklarına odaklandığını düşünerek gözlerini açtı. Bilinçaltı genital bölgesini görmesini istiyordu besbelli ki, gözlerini açtığında ilk gördüğü şey o oldu. Kendinden tiksindi. Kadınlığından tiksindi…

-Bunlara son vermeliyim. Son vermelisin. Duyuyor musun beni piç kurusu! Bunlara son vermeliyiz!

Odada tek düzenli gibi gözüken, yatak başlığında ters duran küllüktü. Garip bir hava yaratmıştı o bölgede. Sanatın sanat için olduğunu söyleyip şarap içmekten başka bir bok yapmayan (tabii o mükemmel fularlarını da unutmamak lazım) sanat galerisi sahiplerinin üzüm bağı kokulu fahiş fiyatlı sergilerinden bir parçayı andırıyordu. Bakıp da kimsenin bir anlam veremediği zırvalıklardı. Tavandaki aspiratör orta seviyede dönüyordu. Bir pervanesinin ucunda elbise asılı halde vals yapıyordu onunla. Obsesif birisi bütün gün onu izleyip türlü sapıklık ve sapkınlıklar düşleyerek izleyebilirdi. İki tane ucuz ahşaptan tabure odanın ortasında parçalanmış şekilde duruyordu. Şu düz aksiyon filmlerinden bir sahne bu odada çekilmiş gibiydi. Kırılan bardak parçaları odaya ayrı bir spagetti filmi havası da vermiyor değildi.

Pes etmeyi düşündü. Bütün hayattan, bütün yaşadıklarından pes etmeyi düşündü. İlk defa bu kadar güçlüydü bu istek. İçindeki bastırılamaz sonsuzluğa karışma hissi onu tahrik bile ediyordu. İstemsizce kendi kendisini okşamaya başlamıştı. Yanağını, boynunu, memelerini… Daha sonra düşünceler ani bir hamle ile zehrini avına zerk etmek isteyen bir yılan misali beynine hücum etti. Ya sonsuzlukta o yoksa?

-Her günüm ve gecem aynı. Aynı saplantılı düşüncede kaldı. En olmayacak boktan bir şey bile aklıma getiriyor. Bıktım senden. Bıktım! Ne ölebiliyorum ne de yaşayabiliyorum. Yalvarmıyorum da artık sana. Sadece… Yok olmanı istiyorum…

Etraf gayet düzenliymiş, evin normal hali böylemiş (ki zaten ev hep böyle idi) gibi mutfağa kendine sert bir kahve yapmaya gitti. Dağınıklığın üzerinden dağa seke seke çıkan bir ceylan zarifliğinde geçti. Sakindi. Çok yavaş ilerliyordu sanki zaman. Ya da öyle olmasını istediği için öyle düşünüyordu. Kim bilir, zaman göreceli bir şeydi.

Kahvesine şeker koymazdı. Çok çok az süt koyardı. Kahve ona güç veriyordu sanki. Amerika kıtasındaki büyücülerin yarattığı şeyler olarak hep hayal ederdi kahve çekirdeklerini. Kahveyi ise iksir olarak görürdü. Bilirdi saçma olduğunu ama bir kere bir düşünce kafasına yer ettiği zaman hiçbir şekilde değiştiremezdi. Belki hastalığı buydu. Belki, en doğrusu da buydu…

Bilerek yapmamıştım. Bilmiyordum. Lütfen izin ver artık. İzin ver ki kendimi sonsuzluğa atabileyim artık lanet olası hayalet!

Yıllar önce sevgilisi vardı bu evde. Kendini asmıştı. Sonsuzluğa bilet aldım diye bir not bulmuştu sabah adamın normalde yattığı tarafta. Geç kalmıştı. Obsesif birisi ile yaşadığı için o da obsesif olmuştu. Bulaşıcı mıydı ki bu? Paranoyaklık gibi miydi?

Kafasındaydı her şey kadının. Kadınlığı da kafasındaydı, düşünceleri de. Bedene hapsolmuştu. Düşünsenize, bir bedene hapsolduğunuzu. Düşünüyorsunuz, ama eyleme geçiremiyorsunuz! İstiyorsunuz, ama yapamıyorsunuz! Bir kemik çatısı altında hapis hayatı. Yemek de yok, açık hava da yok ve en kötüsü de görüşme izni yok!

Düşüncelerine takılıp kalmıştı. Kendi ektiği tohumları beslemişti ama hiç özen göstermemiş ve bu yüzden de etrafında yeşeren sapkın düşüncelerin zararını ve korkunçluğunu fark etmemişti. Şimdi ise beyni tamamen bir yabani ot tarlasıydı. Başkasının kabusunu yaşıyordu. Başkasının kabusunu yaşamak…

Şizofren teşhisi konulmuştu ilk. Obsesif olduğu da anlaşıldı. Hastanede tedavi de gördü. En sonunda ıslah olmaz dediler ve dünyaya saldılar ikisini. Biri yürüyor diğeri sapkın düşünceler doğuruyordu. Bazen karşı koyuyor bazense boyun eğip sapıklık yapıyordu. Ama bir türlü sonsuzluğa karışamıyordu çünkü beyni bunu reddediyordu. Beyni yaşamak istiyordu. Beyni ele geçirilmişti. Başkasının bedeninde miydi yoksa başkasının beyninde miydi. Hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Her şeyini yitiriyordu. Algıları kapanıyordu. Farkındalığı yok oluyordu…

7.11.10

Hava pusluydu yeraltında her zamanki gibi. Ölmüş; iç organları diğer türdaşları tarafından kemirilmiş fareler, yemeğe rastgele atılan tuz partikülleri gibi serpilmişti nemli zemine.

Yeraltı canlıydı. Yeryüzünün o kalabalık, samimiyetsiz ve şehvet düşkünü yaratıkları sayesinde yeraltı bu denli canlı ve gerçekti. Biri olmadan diğeri asla var olamazdı. Denge her şeyin içerisindeydi. Birbirlerinden feyz aldıkları hiçbir delil ile kanıtlanmasa bile görmemek için kör bir insanın göz sinirlerine sahip olmak lazımdı.

Yeraltı karanlıktı. Bunun sonucu da yeryüzü aydınlıktı. Denge.

Yeraltında insanlar vardı. Gerçek insanlar. Farkındalıklarını ispat etmiş insanlar. Duygularının ne demek olduğunu bilen insanlar. Seks için insanların zorla kuytu yerlere götürülmediği insanlar. Tabu kelimesinin lugatlarında var olmadığı insanlar. Varlığı kanıtlanmamış mitlerin varlığından bi’ haber insanlar. Gerçeklik ile yaşayan insanlar. hominoidea sınıfından olduğunu bilen, kendisinin de bir hayvan olduğunu bilenler.

Yeryüzü çirkindi. Korunmak için kireçten yapılar yaptılar. Neyden korunacaklardı ki? Doğadaydılar gene. Rüzgardan korundular ama depremden kaçamadılar. Yağmurdan korundular ama selden kaçamadılar. Yaşamak için yaptıkları yapılar onların mezarı olmuştu. Doğaya sırt çevirmek olur muydu, doğada yaşama adım atanlar için?

Av-avcı ilişkisini unutalı çok mu oluyordu yeryüzündekiler için? Aynı ortak atayı paylaştığı diğer canlıları zorla çiftleştirip yemek de neydi? Kimdi ki onlar? Neden bu kadar çabuk geldikleri yeri unutmuşlardı ki? Çok heyecanlıydılar. Belki de bu yüzden erken evrilmişlerdi. İki ayağı üzerine durup konuşabilmişlerdi. Yeryüzünde kim iddia edebilirdi ki bir antiloptan daha rahat yaşam sürdüğünü? Televizyon izlemek mi daha iyi yaşamdı? Adaletsiz adalet sistemi mi daha rahatlatıyordu evde seks yaparken yeryüzündekini? Güçsüz olan gene güçsüzdü. İnsanı da güçsüzdü antilobu da. Kural böyleydi. Doğa kuralıydı, kim karşı gelebilirdi, kim durabilirdi veya durdu bugüne kadar bir tornadonun karşısında? Duramadı kimse. Durmuş gibi yapan kandırıkçı alçak güçsüzler de doğaya tamamen karşı geliyordu. Hem de o ırkı yönetiyordu. İki dudağı arasıydı her şey. Ama doğa affetmezdi. Hiçbir zaman da affetmedi.

Yeraltındakiler utanç duydular. Doğayı yok ettikleri için. Kendilerini bir bok sanan ırkdaşlarından nefret ettiler. Farkındalıklarını kavrayamadıkları için uzaklaştılar. Gidilecek yer yoktu yeraltından başka. Yeraltıydı. Gerçek olan, doğal olan. Yalan olmayan. Süslü şeylerler değil güçlü şeylerle yaşanılan. Bir ağaca can verdiler. Bir deve sineğine yemek verdiler. Evrildiklerinin farkındalığındaydılar. Okudular. Irkdaşlarının yediği bokları okudular. Okumak lazımdı, çünkü okumak onların ırkına mahsustu. O yüzden okumalıydılar. Dinlemeliydiler. Dinlemek… Yeryüzü hiç dinlemiyordu. Okumuyordu. hiç avlanmadan yiyor, yatıyor, sevişiyor ve uyuyordu. Yalancı şerefsizlerin soyunu devam ettirmek için de dişlinin çarkı gibi aksatmadan çalışıyorlardı. Sistem böyleydi. Ne olduklarını unutmuşlardı. Özelliklerini bilmiyorlardı artık.


Yeraltı biliyordu. Yeraltı okuyordu, yeraltı dinliyordu. Yeraltı avlanıp, yiyordu. Yeraltında güçlüler vardı. Salt güçlüler. Güçlüler sevişiyordu…

18.9.10

D-Tox Your Life

Radyoaktif maddeler yavaşça vücudumuza nüfuz eder. Orada kalır ve bütün hücrelere yayılmak için gizlice çaba sarf eder. Uzun bir süre boyunca da varlığını hissettirmez. Hissettiğiniz anda da zaten her şey için çok geçtir. Lezyonlar çok hızlı biçimde vücudun her zerresinde kendini hissettirir.

Madam Curie Toryum ve Radyum ile yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi buldu ama farkında olmadan da hayatını yok etti. Maruz kaldığı o radyoaktiflik sonucu iç organları içeriden çürümeye başlamıştı. Tabii ki farkında değildi bunun. Hissettirmeden, gizlice ölüme sürüklemişti mükemmel bilim kadınını.

Buna benzeyen bi' şey var hayatımızda.

İnsanlar!

Bir anda girerler hayatımıza. Uzun ve sürekli maruz kalırız o insanlara. Fark etmeyiz hiçbir şeyi. Ta ki o kaçınılmaz sonu görene kadar, hissedene kadar. Ama yukarıdaki benzerlik gibi, fark ettiğimiz anda her şey için çok geçtir. Kaybettiklerimize mi üzüleceğizdir bu esnada yoksa nasıl bu kadar sinsiliğe yenildiğimize mi?

Her zaman sonuç vermese de, bu tip durumlarda detoksifikasyon işe yarayabilmektedir. Başka maddelerin bileşimi ile etkisiz hale getirmektir detoksifikasyon.

Hissedin.
Tadın.
Dinleyin.
Görün.
Koklayın.

Tabii ki hiçbirimiz anlayamayız, hangi insanın yanında olduğumuzda içimizin çürüdüğünü. Ya da bizi yok ettiğini. İnsanlar en büyük atıktır. En büyük zehirdir. Ve biz de bu zehre sürekli maruz kalanlarız.

Toksikliğin ölçüleri vardır. Aynı etrafımızdaki insanlara verdiğimiz sıfatlar gibi.

Dostun daha az zararlıdır ama anlık olarak bile saldığı zehir en tehlikelisidir.
Arkadaşın daha zararlıdır. Anlık pek etkisi olmaz bünyeye. Uzun zaman maruz kalınırsa geri döndürülemez lezyonlara gebe bırakır sizi.
Ortamdaki herhangi biri hiç zararlı değil gibi gözükür, ama unutulan bir şey var burada. Ortamdaki kişi senin dostunun veya arkadaşının dostu olabilir. Uzun veya kısa süreli zehrine maruz kalmış olabilir. En nihayetinde o ortam sonucu artık sen de o bok şeye maruz kalmışsındır.

Geçmiş olsun...


Hepimiz birbirimizi zehirliyoruz.

Ve bu zehirden kurtulmak için de türlü kombinasyonlar deniyoruz. Yeni dostluk kombinasyonu, yeni arkadaş kombinasyonu vs vs.

Farkına varın ve hayatınızı kurtarın. Arının, arındırın. Kendinizi de lütfen zehir salmaktan alıkoyun. Hem siz yeni zehirler bulup ondan arının, hem de etrafınızdakilere o zehri saldıktan sonra arındırtın.


D-TOX YOUR LIFE

Ps: Fotoğraftaki de benim, yapan eden de benim.

8.9.10

Şimdi Anladım Biliyor Musun?


3 yıl sonra tekrar gördüm seni. Sen beni fark etmedin bile.

Senin olduğunu bilmeden "Oha, ne güzel hatunmuş tam benlik." dedim ve adımlarımı sana doğru sıklaştırdım. Sen sağa dönüp eczaneye girdiğinde ise seninle tekrar tanıştım...

Elim ayağım titredi.

Bütün hayati sıvım beynime hücum etti.

Öylece baktım.

Kendimi dışarı atsam mı diye düşündüm; ama sonradan fark ettim ki zaten dışarı kaçmışım.


Neden böyle oldu ki? Neden yani? O kadar zaman geçmesine rağmen neden seni görmeye böyle bir reaksiyon verim ki? Seni kaybetmekten korkuyordum hep, kaybedeceğimi hissettiğimde de hep bunlar olurdu; ama olay şu ki, ben seni zaten 3 ıl önce kaybettim!


Aklıma zamanında hiç de önemsemediğim bir olay geldi. Ve bunu şu an çözebilmenin verdiği acıyı tüm kan pulcuklarım bile hissetti.

İlişkimizin en çetrefilli olduğu zamanların başıydı, ya da belki de ilk olayıydı.

Gene boktan bir şeye kavga ediyorduk. Tek odalı evimiz(Ah, evimizdi o değil mi? Pislik!)in odasına gitmiştin bana laflar söylenerek. Ben de oralı olmayarak salonda bilgisayar başında kalmaya devam etmiştim. Ya da televizyon izliyordum. Neyse, önemi de yok zaten!

Uzun süre sesin çıkmadı. Sonra ağlayarak tuvalete gitmiştin. Kapıyı kilitlemiştin. Bir terslik olduğunu anladım ve kapıyı zorladım. Zorla girdim içeri. Panik atak var bende, bilmiyordun. Ben de bilmiyordum o zamanlar tabii.

Boş filtreleri gördüm. İçmiştin bir sürü anti-depresan ve uyku hapını.

Binbir zorlukla kusturdum. Ağladım. Yalvardım. Bağırdım. Ama çıkarttırdım bütün o hapları.

Sonra odada dizimde bütün gece ağladın. Bense hiçbir şeyi fark etmeden seni izledim. Seni tekrar kurtardığımı düşündüm. Çok komik değil mi?

Ama fark ediyorum ki, sen zaten beni uyarmak istemişsin. Zaten hap alarak intihar etmek isteyenler uyarı vermek istemez miydi, yardım çağrısı değil miydi? Ben bunu fark edemedim işte...


Benden kurtulmak için içmedin sen onu ya da beni korkutmak için de değildi. Bana uyarı vermek içindi. Ve inanır mısın ben bunu ayrıldıktan 3 sene sonra seni tekrar gördüğümde fark ettim. Acı oldu.

Hala benim için en "taş" hatun sen olacak. Çünkü sen benim istediğim yaşamımdın. Yaşadım seni. Yaşadık bizi. Öldük sonunda da. Her yaşayan organizma gibi.

Ama hala nefret ediyorum senden bunu da bil oldu mu?

4.9.10

Every Day is Exactly the Same

Düzenli bir iş.

Düzenli bir hayat. (Benim için tabii)

Düzenli beslenme.

Düzenli bir şeyler.

Düzenli...

İşe girdiğimden beri hayatım düzenli şekilde gidiyor. Düzen kelimesini duyduğum an tedirgin olan ben, düzen içerisinde olmaktan mutlutum. İnsanlar gerçekten değişebilir mi yoksa? Hayatım boyunca hep aksini gördüm ve de yaşadım ama bu son dönemler gerçekten benim için soğuk bir duş etkisi yarattı.

Hayatım 21 yıldır hiç olmadığı kadar güzel ve mutlu şekilde devam ediyor. Birkaç eksik şey olduğunu hissediyorum ama elimdekilere bakıp "eeh, sikerler şu an mutluyum ve buna bir şey daha eklenirse kesin mutsuz olurum" deyip müzik dinlemeye devam ediyorum. Şu an optimum seviyeye ulaşmış durumdayım. Benim hayatıma yeni girecek bir şey bu optimumu bozup bambaşka yerlere çekebilir ve beni istemsizce mutsuzluğa ya da başka bir şeye çekebilir.

Dengeli olmayı öğrendim.

Düzgün olabilmeyi öğrendim.

Zamanımı adam gibi değerlendirmeyi ve dinlenmenin önemini kavradım, ki daima aylaklık yapan birisi için çok önemli bir şey bu.

Hayatıma yeni bir sayfa açtım gibi bir şey yazmak istemiyorum. O yüzden şöyle diyeceğim;

Anka Kuşu benim en iyi arkadaşımdı. Hep ona bakar ve yaptığının ne kadar zor ve de saygı duyulması gerektiği konusunu kafamda sadece uzaktan bakarak dillendirirdim. Denemeye kalkışmamın bile bana yorucu geldiğini hissediyordum o zamanlar, rutinimi değiştirmek ölümdü benim için. Ama sonrasında bir şey oldu, o en iyi arkadaşım bunu yapmamaya başlamıştı. Yok olmuştu ortadan. Etrafımda küllerinden doğan arkadaşımı görmek, ben yapmışcasına tatmin ediyordu beni. Ama tatminsiz kalmıştım o gidince. Çok acılar çektim. Hiçbir şey yapmamak için hiçbir şey yapmıyordum gene. Ama sonra bir sabah kalktığımda nedenini düşünmeden kendimi yakmıştım. Küllerden ibarettim. Böyle kalmayı düşündüm. Rahattı. Huzurlu gibiydi. Bunları ve daha fazlasını düşünürken kendimi tekrar et ve kemikten oluşmuş buldum. Kendimi yeniden buldum! Kendimi! Beni! Ah, Anka; sadece bir efsaneden ibaretsin oysa ki...

Nine Inch Nails - Everyday is Exactly the Same şarkısına ithaf edilmiş bir yazı değildi bu. Sadece feyz aldım.

9.8.10

What a Great Lyrics

05:17 itibari ile kuşlar hafiften cıvırdamaya başladı. Uykum pek yok. Loop'a aldım bu lanet şarkıyı.

Her sharpened nails in my flesh make me crave for more
Her chilling cold caress makes me feel so warm
She's my addiction, the one... the one i love , my whore
She's my redemption, the one... the one i hate and adore

And with her i die
And for her i die
She's my mistress of pain

I burn in flames of lust... I covet, i crave, i desire
In her i lay all my trust as the flames grow higher
She's my addiction, the one...the one i love , my whore
She's my redemption, the one... the one i hate and adore

And with her i die
And for her i die
and therefore i sigh, she's my mistress of pain

5.8.10

Which Woman?


Senin için ne anlam ifade ediyorum dedi kadın adama. Adam da ağzına götürdüğü çatalı bir saniye durdurdu ve yemeğindeki salataya bakarak; "Kız arkadaş anlamını ifade ediyorsun." dedi.
Gülme ile iğrenme ortası bir tebessüm ile; " O zaman alışverişe götür kız arkadaşını." dedi kadın, birkaç damla gözyaşı akıtmakta da mani görmedi. Ağzındaki eti hunharca çiğnemeye çalışan adam tükürükler saçarak; " Hallederiz" dedi, ve patatesten bir ısırık attı ağzına.

Aylar, yıllardan dayak yememek için kaçtı, yıllar da diğer yıllardan dayak yememek için kaçtı...


İkisi evlendi. Bir gün adam oturmuş birası ile maç izlerken aniden televizyonu kapattı. Kadına döndü ve soğuk bir eda ile; "Senin için ne anlam ifade ediyorum?" dedi. Kadın da aynı soğuklukta cevap verdi; " Parası çok fazla olan bir koca anlamını ifade ediyorsun." Adam da neşeli bir tavır ile; "O zaman gidip film kiralayalım, beraber izleriz." dedi.

Ayrıldılar. Adamın çok fazla olan parası daha da çok fazla olmuştu yıllar fazlalaştıkça. Kadın da zaten para ile alabileceği her şeyi almıştı çok fazla parası olan adamdan. Adam da çok fazla parasını vermişti kadın için, hiç düşünmeden. Böylelikle beraber çıktıkları dağın zirvesinden tek başlarına inmeye karar vermişlerdi. Böylesinin daha heyecanlı olacağını düşünüyorlardı.

Kadın, adama durduk yere; " Senin için bir anlam ifade etmem lazım sanırım. Buna vereceğin cevap var mı?" dedi bütün içtenliği ve utangaçlığı ile. Adam da gözlerinin içine bakarak; "Çok fazladan çok fazla parası olan benim için, çok fazladan çok fazla olan paramın fazlaca bir bölümünü beraber paylaşacak sevgilim anlamına geliyorsun." dedi. Kadın bu hazır cevap karşısında afallamıştı. Fakat aklına gelen ilk şeyi bir çırpıda söyledi kadın; " O zaman alışveriş yapalım, çok fazladan çok fazla olan paradan fazlacasını eksiltelim." dedi. Adam da bir sürü banknot çıkarıp koydu kadının önüne. Ve; "İstediğini al, ben film izleyeceğim. Ne alınması gerektiğini bilirsin sen." dedi. Kalkıp gitti; kadını öyle paraların içerisinde yalnız bıraktı.

Aylar, yıllardan dayak yememek için kaçtı, yıllar da diğer yıllardan dayak yememek için kaçtı...



Adam arabada giderlerken aniden sordu soruyu; "Senin için bir şey ifade etmiyorum değil mi?" Kadın önce duraksadı, sonra da; "Bu nasıl bir söz öyle be adam! Kocamı ifade etmem gerekiyor ama ona da izin vermiyorsun!" dedi dalga geçilmiş mahallenin kabadayı erkek oğlanı gibi. Adam da aynı ses tonu ile cevap verdi; "Kocanın parasının olması lazım. Benimse çok fazladan çok daha fazla olan bütün param sadece biraz fazladan daha da az kaldı." dedi. Kadın az ileride bir toplu katliam görmüş gibi ağzını açtı. Aynı orantıda da gözlerini... Ama yaş gelmedi kadının o beyzbol topunu andıran gözlerinden. Zar zor bir cümle çıktı ağzından, silik bir şekilde; "Ben seni seviyordum, hala da seviyorum. Benim, senin sayende sahip olduğum gizli bir hesabım vardı. hep yarısından fazlasını oraya koydum, ve de hiç dokunmadım. Çünkü bir gün her şeyi tüketeceğimizi biliyordum. Çünkü bunları hesapladım, çünkü adi herif seni seviyorum. Parayı değil seni! Ve inan bana oradaki eder tamı tamına, çok fazladan biraz daha fazla." Adam ani bir fren yaptı. Kadın kafasını torpidoya vurmamak için emniyet kemerine sarıldı; faydası da olmadı değil. Adamın tek yaptığı gözlerine bakmak oldu. Gördüğü tek şey ise inmeye başlamış beyzbol topuna benzeyen o gözler oldu. Göz pınarlarına kadar neredeyse kuruydu kadın. Ve hile de yapmıyordu besbelli...

The crying woman is a scheming woman.

4.8.10

Wanna Go Outside?

Yazın gelmesi ve Hatay'dan dönmem ile beraber tamamen saçma bir yaşam alanı içerisine girdim. 04:00'a kadar dizi ya da film izliyorum, sonra da 06:00 veya 07:00'ye kadar da iki kitap okuyorum. Daha sonra yeni kalkan kuşların birbirlerini günaydınlamaları eşliğinde uyuyorum. 15:00 ya da 18:00 arası bir saatte de uyanıyorum. E haliyle de hiçbir yere gitmek istemiyorum. Hem sıcak hem de mallaşmış oluyorum.

Etrafımdaki insanlardan artık kaçmaya başladım. Pek fazla iletişim kurmama yolunu seçiyorum. Desperate Houseguy oldum amk resmen.

Hiç kimseden artık hiçbir şey de beklemiyorum. Odamda yaşayıp gidiyorum. Anime, dizi, sinema, müzik ve kitap dışında yaptığım pek fazla bir şey yok. Kadıköy'e iniyorum arada, insanlar yüzümü unutmasın diye. (:

Mustafa'nın dövme makinası almış olması ise beni son günlerde heyecanlandırıp sevindiren tek şey diyebilirim. Denkleştiremediğim dövme parasını artık taksit taksit ona ödeyebileceğim. Kısaca bir ay sonra dövmeleniyorum. Ama tabii bu gidişle Yakuza olmaktan da çekinmiyor değilim, sonuçta elimin altında bir dövmeci olacak!

Her neyse, öyle işte. Birinin kolumdan tutup silkelemesi lazım beni.

29.7.10

Kitap okuyup yatacağım birazdan.

Çift kişilik yatağımda gene başka bir çapraz yatma gecem/sabahım.

Sen yerine artık yastıklar sevgilim.

Kalkmamak için bitmiyor nedenlerim.

26.7.10

Sometimes Beer Is Just a Beer


Biradan pek haz etmem, herkes de bilir bunu. Lisedeyken overdose şekilde sahillerde teenager şekilde içtiğimden olsa gerek aramızdaki bütün ilişki kesilmişti. Bir de gastritime de pek iyi geldiği söylenemezdi.

Ama bugün garip bir şey oldu. Bizimkiler Guitar Hero'dan çıktıktan sonra bira içelim dediler, bense diretmek yerine hadi hadi diyerek körükledim...
(Ulan yazı ilk defa bira içmeye başlayan birinin anısı gibi olmadan müdahele edeyim)



Kadıköy tayfamı özlemişim. Hem de tekmili birden orada olunca cidden özlediğimi fark ettim. Yağmur yağmaya başlaması ile Karin'in bahçesinin üst tarafı kapandı ıslanmayalım diye! Biz de apar topar biraları içerek biraz ıslanalım, serinleyelim bu bunaltıcı sıcakta dedik; ama çıkmamız ile beraber yağmur çiselemeye döndü. Hatta yok oldu neredeyse.

Yağmur bile tereddütte yağarken. Ulan yağsam mı n'apsam diye düşünüyor. Amk yağmura da mı benzetecektim kendimi. Hala oryantasyondayım insanlara tekrar karışabilmek konusunda sanırım. Eskiden evde 5 dakika bile duramayıp birinin yanına kaçardım.
(Yazar burada aslında ajıtasyon yapmak istemiyor ama, o yöne gidişi bir türlü durduramıyor.)

Gerçekten başarılı bir Anti-Sosyalim ben. Ya da, diye diye kendimi bu hale çevirdim; tam emin değilim.

Neyse, yalnızım ama biliyorum ki yalnız değilim derinlere indiğimde.

Dedim ya, oryantasyonum halen devam ediyor, hele bi' bitsin de...

25.7.10

Damn Cops!

Yağız: Amk, çevirme var.

Caner: N'olacak oğlum.

El işareti yaparak kenara çektirir.

Amerikan hayali olarak, polis memuru yaklaşana kadar ellerim direksiyonda kalır ve yanaşınca cam açılır usulca.

Polis: Arabadan inin bakayım bi'.

C: İneyim mi lan ben de?

Y: Ne bileyim amk ya, öf.

P: Arkadaş da insin söyle ona. Geçin şöyle öne doğru. Ne iş yapıyorsunuz?

Y: Öğrenciyiz memurum.

P: Öyle mi? (Bizi süzer tepeden tırnağa). Arabada yasa dışı ya da bulundurulması yasak bir şey var mı?

Y: Hö?

P: Var mı ulan işte bir şey üstünüzde?

Y: Yok memur bey. (Memurumdan memur beye direk geçiş)

P: Nerede okuyorsunuz, bölüm ne?

Y: İstanbul Üniversitesi'ndeyiz, Veterinerlik okuyoruz.

P: Derdime çare baytarım yok keh keh keh.

Y: ?!?!?!?!

P: Neyse, kimliklerinizi arkadaşa verin bi baksınlar sabıkanız var mı diye; ben de arabayı arayayım bakalım.

Y: Tabii memur bey.

P: Tamam, gidin artık beklemeyin, bitti.




Y: Amk bari paspası düzeltseydin, kaldırıp bırakmış.

C: O değil de, önümüzdeki çevirilen kadın manyaktı.

Y: Harbiden ha, afetti.

C: Sabıkası varmış ama. Polis öyle dedi diğerine.

From Dusk 'Till Dawn


dostunla şafak sökerken
balkonda
kakao likörlü süt içerek
dertleşmek
kadar
güzel bir şey
olamaz

22.7.10

Happy Fuckin' BDay!



10 dakika sonra falan doğum günüm. '89 yılından beri burada yaşamaya çalışıyorum, hayatımı idame ettirmeye gayret gösteriyorum. Hep aynı teranerler içerisinde çıkış yolunun olmamasına küfür ediyordum. Ama bu doğum günümde bir farklılık yapacağım.

Evet, hiçbir şekilde dışarı çıkmadan evde rakım ile şarabım ile müziklerim ile yalnızlığımın 21. yılını kutlayacağım. Yalnızlığımın kelimesi çok ağır olmuş olabilir ama, istisnai isimler üzerine alınmasın lüften. Amacım ajıtasyon yapmak da değil; sadece bilgilendirmek.

Hem zaten her sene parti yapınca aynı teranerler dönüyor;

-Abi orada olmasın ya, uzak bana.

-Adamım ya, x gelmesin kız arkadaşım problemli biliyorsun.

-Moruk, şehir dışındayım yoksa gelirdim.
.
.
.

Zaten yaz gününde doğmak kadar piç bir şey yok; hep doğum gününde insanlar başka şehirde oluyor. Ha bir de çağırılmayı bekleyenler var ki, onlara diyecek hiçbir şeyim yok.

Aa zamanım gelmiş, dur bakayım kimler kutlayacak. :D

21.7.10

That's How People Grow Up


"i was wasting my time trying to fall in love disappointment came to me and
booted me and bruised and hurt me"

Tekmelerime karşılık, bana tekmelediğim kişiler için başkaları tarafından bir sürü tekme geldi hayatımda. Hayal kırıklıklarım bu tekmeler sayesinde benden uzağa gitti ve en nihayetinde de yok oldu. En azından düşene de bir tekme atmak yerine kalkmalarını bekledim ben de onların. Düşen birine tekme atmak acizliktir sadece, ve ben de aciz birine vurmayı kendime yakıştıramıyorum; hayatımda hep zorlu olanı istiyorum, uğraşmayı seviyorum.

"i was wasting my time praying for love for a love that never comes
from someone who does not exist"

Olmadık kişilerden olmadık şeyler istedim daima. Yapabilecek biri yerine, yapamayacak birinin yapmasını istedim hep. Kimisi başardı, kimisi başarısız oldu, kimisi de denemeye tenezzül bile etmedi. Tatminkar olamıyorum bu yüzden de. Birisinden, boyunu aşacak bir şey istemek ve yapacağına kendini inandırıp beklemek tamamen mazoşistliktir. Evet, ben de bir mazoşistim. Olmayan birisinden, olmayan bir şey bile istediğim oluyor ya, neyse...

"i was wasting my life always thinking about myself someone on their deathbed said
there are other sorrows too"

Bencilim, hep de öyle kalacağım. İstisnai birkaç kişi dışında hep kendi menfaatim olan şeylerin peşinden koştum. Hep de koşacağım. Sevmeyi bile kendim için istiyorum. Beni sevsin yeter. Hep sevsin, daha fazla sevsin. Bazen de hiç sevmesin beni. İstediğim şeyler ile yaptıklarım ters yönde oluyor. Ama dengesizlik değil bana göre bu; akıl ile mantığı canlı tutuyorum. Tek bir tanesine yüklenmiyorum. Ama sizin için dengesizim ben tabii. Siz öyle bilin, zerre takmıyorum.

Büyüyorum triplerine girmedim, hayır. Her saniye gelişiyorum. Kendimi tutabilmeyi öğreniyorum. Sabır neymiş onu öğreniyorum. Kendi hayatımı izliyorum uzaktan, sessizce. Belki bir yok oluşa giden benin arkasından sessizce yas tutuyorumdur. Bu gidişle zaten yalnız öleceğim, öldüğümü de ancak 3 gün sonra binayı saran leş kokumdan anlayacaklar. Yalnız kalmaktan korkuyorum. Kimseyi de istemiyorum oysa ki...

Sahi ya, ben n'apıyorum?!


20.7.10

Rehabilitasyon Merkezim



Bazen kilometreler uzaklaşmak için sadece birimdir, bazen de beyni sıfırlamak için bitiş çizgisidir.






"Kumsalda gece deniz sesleri, kumda uzanmışsın, üstünde yorgan niyetine yıldızlar, sessizlik; abi huzur budur" diyenlere siktir amk derdim. Evet, göt oldum; fenafillah vaziyette adamı huzur ile dolduruyormuş. Dahası, salak salak şeylerden arındırıp, adam gibi beyni çalıştırıyormuş. Paslanmışım amk.



"bilirim, çok kirlidir aşk sicilim
sadakat konusunda pek iddialı değilim
ama bu kez farklı olsun diye
sen denersen, ben de denerim
"


Uzaklaşmak demek artık benim için arınmak demek. D-Tox yapıldı bana, adsız alkolikler toplantısının son günündeki bağımlılar gibi çıktım ve bomboş kumsala hönkürdüm;

-20 gündür temizim! Ağzıma dahi sürmedim! (Her bağımlıda olduğu gibi yalanlar ilk cümleden sonra başlar) Burası bana doğru yolu gösterdi. Beni arındırdı, benim için bir terapi, bir rehabilitasyon merkezi oldu. Hepinize çok teşekkürler adsızlar!

Bir de ilk gün, kumsalda içimden söylediklerim var tabii;

-Ben bir bağımlıyım, kurtulmam imkansız. Hayır, sarılmayın bana! Hoş geldin de demeyin hepbir ağızdan! İmkanını bulunca gene başlayacağım, hepiniz de aynısını yapacaksınız!




Yaptım, temizim derken de kirliydim üstelik. Çünkü geri döneceğimi biliyordum. Gene yapacağımı biliyordum, ve gene de yaptım. İlk günden son güne kadar da yapmaya devam ettim.

Ben lanet olası bir bağımlıyım.

Farkındalığım yükseldi, herbir koldan zehri almaya; insanlara bu zehri vermeye çalışıyorum. Daha sonra da kefaret listem çoğalıyor. Ben bir bağımlıyım...

Takıntı bağımlısıyım, tatminsizlik bağımlısıyım, ego balonu şişirme bağımlısıyım...

9.7.10

Hatay Günlükleri #2

7.gün Hatay-Samandağ'da. Artık herkes tek vardiya, gece arazisinde. 2 grup halinde kaplumbağa arıyoruz. 15km. sahilde kum üzerinde yürüyoruz karanlıkta.

Kafamı boşaltmak için gelmeme rağmen, salak salak şeyler peşimi bırakmıyor. Fazla umursamamaya çalişsam da, sinirlerime bazen engel olamiyorum. Neyse, burada her şey çok güzel.

Dün Samandağ çarsıya indim. Berbere gidip sakal tıraşı oldum. O kadar samimi ve işlerini tam yapma aşkı ile kavrulan insanlar göreceğimi sanmiyordum. Dürüm yedim ve hayatımda yediğim en harika dürümdü.

Her şey çok güzel gidiyor, hayatım içinde çok güzel kararlar alıyorum. Buradaki herbir etki, bana olumlu bir tepki olarak geri dönüyor.

Son olarak da;
I'm the coolest guy ever!

5.7.10

Hatay Günlükleri #1

3. ya da 4. gecem Hatay-Samandağ'da.

Biraz huzur bulmak için geldim buraya; sanirim buluyorum biraz.

Yaşam olanakları minimumda olmasına rağmen, çok fazla zorluk çekmedim; ve buna da çok şaşırıyorum.
Ranzanın üst katında uyuyorum. Çıkmak o kadar zor ki, kimi zaman salondan kalkmayip burada yatayim diyorum.

Gece arazileri... En çok huzur dolduğum zaman dilimi.
22:30 gibi vuruyoruz kendimizi karanliklarin icinde Samandağ sahiline. Dalgalar kıyı şeridini döverken el ele kol kola yürüyorum. Kaplumbağa gördüğümüz zaman ise, kumlara uzanip milyon tane yıldızın görsel şölenine bakiyoruz; arkadan da deniz korosu eşlik ediyor. Birbirimizin kucaklarinda, karınlarında yaptığımız sohbetler koyulaşırken, kaplumbağamız transa geçerek yumurtalarını kazdığı çukura kusuyor...

Akşam yemeklerinde herkes sofrada bulunmak zorunda, keza kahvaltida da. Adını duysam koşarak kaçtığım yemekleri, burada büyük bir iştah ile yemekteyim. (Annem duymasın)

2.5 saat sonra gene araziye çıkacağım. Biraz daha huzur dolmaya, kimseyi umursamamaya...



8.4.10

Psycho Killer

"Sometimes I feel like a motherless child
A long long way from home..."

Kulaklıklarını çıkardığında duyduğu son sözlerdi bunlar. Halbuki annesi de vardı, neden bu şarkının kendisini bu denli etkilediğini merak ediyordu. Ve en sonunda da dayanamayıp istisnasız şekilde kulaklığını çıkarırdı; zaten gideceği yere de gelmişti. Annesini arama dürtüsüne engel olamayıp eli telefona gitti.

-"Efendim anneciğim?"

-"Naber anne, ne yapıyorsun? Öyle bir arayayım dedim."

-"Hayırdır, durduk yere hiçbir zaman aramadın beni hatrımı sormak için, bugün mü arıyorsun?"

-"Öf, neyse görüşürüz."

-"Yağ-"

Telefonu suratına kapatmıştı annesinin. Haklı olduğunu bilmesi daima onu sinirlendirirdi...

"Seninle yeniden iletişim kurmaya çalışmak gerçekten büyük bir hataymış, bir sene öncesinde kalmışsın hala!"

Aldığı sigara paketine baktığında, burnuna eskilerden kalma bir oda kokusu çarptı. Koku, hafızayı en çok harekete geçiren şey olmasından ötürü sinirlerine hakim olamadı. Zaten olmasını da beklemedi, zerre karşı koyma isteği yoktu. Zaten istese de koyamazdı, bunu unutmuştu. Paketinden bir tane sigara çıkardı, zarifçe ağzına koyduktan sonra çakmağı ile yaktı. Başını kaldırdığında, göğe yükselmeye çalışan ama bir türlü ulaşamayan bir kuş gibi duran bina gözüne çarptı.

-"Aradığım yer burası, hala aynı, her şey aynı. Bir şey hariç..." Dedi mırıldanır bir ses ile. Sigarası da bitmek üzereydi. En son ne zaman buradaydı, neden buradan ayrılmıştı, neden, neden, neden... Nedenlerdi belki beni yaşatan dedi. Binaya doğru, bir ceylanın zerafetinde ilerledi.

Şansına dış kapı açıktı. Merdivenleri çıkarken, önce montunu, ardından da kazağını yere fırlatırcasına savurdu. Vücut hatlarını ortaya çıkartan bir t-shirt giymişti.
Kapıyı yumuşak ama kararlı şekilde 5 kez çaldı. Kapıya yaklaşan birinin olduğunu hissettiğinde kulakları gayriihtiyari olarak geriye doğruldu. Kapıdaki kişinin, delikten ona baktığını üzerinde hissetti, kendini hazırladı. Bütün kaslarını germişti, kapı açılır açılmaz bütün kaslarını maksimum düzeyde kullanacaktı. Kapı bir anda açıldı ve kasları orada öylece kaskatı şekilde kaldı. Sonrasında ise sonsuz karanlık vardı...

"Saçmalamayın, siz bu yaptığınız ile yaşadığınız acıyı başkalarından çıkarıyorsunuz; bu iki kere iki eşittir dört."

Gözlerini yavaşça açtığında, kafasında filler orgy yapıyordu sanki. Beyni istemsizce Majezik adlı farmakoloji harikası analjeziği aradı. Buldu da. O ilacı görmesi bile ağrısını azaltmıştı.
Odasından çıktığında, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Her yer boş içki şişeleri ve bardaklarla doluydu. Gene çok içmiş ve olanları sabahın ilk saniylerinde idrak edememişti. Koşarak odaya geri döndü ve şaşkınlık verici bir şekilde yatağında kimse yoktu. Oysa bu tip içkili eğlencelerden-ki kendisi parti lafınından pek haz etmezdi- daima bir kadın ile beraber olarak günü kapatırdı. Ağzının içi kupkuruydu, ciğerleri nefes alırken zorlanıyordu. Yaşlanıyorum diye düşündü. Bunu bir an cidden düşündüğünü fark ettiğinde herkesin uyanık olmasına aldırmadan, okkalı bir kahkaha patlattı.

-"Uyanın lanet ibneler! Hepiniz şimdi evimden siktir olup gidin!" diye istemsizce bağırdı. Bir, iki kişi dışında kimse ona aldırış etmedi. Bu daha da sinirlenmesine neden oldu. Zaten sıkıcı hale getirdiği hayatından kurtulmak istiyordu, neden bu karı doyumsuzu manyakları yok etmiyorum diye düşündü. Düşünmesi, onun yapması anlamına geliyordu. Perdeleri tutuşturdu. Kimse kılını kıpırdatmamıştı. Donunu giyip, kapı koluna dokundu. Ama bir terslik vardı, kapı kolu sanki arkadan tutturulmuş ve hiçbir şekilde açılmayacak gibiydi. Paniğe kapıldı. Paniğe kapılmasından nefret ediyordu, bu yüzden de üstüne bir de öfke eklendi. Kapıya bütün gücü ile abanmaya başladı, ama her vuruşunda omzu yok oluyordu. Sonrasında ise, kırmızı alevler arasında sonsuzluktu...

"Abi banko diye bir şey yoktur hayatta."
-"Bir kere, her şeyden önce kendine güveneceksin. Bir işi yapamasan bile, ben yaparım diyeceksin."

-"Orası öyle de, işte insan tedirgin oluyor arada moruk. Ya yapamazsam, ya olmazsa, ya tutmazsa..."

-"İşte bunu düşündüğün an asıl yapamazsın. Hayır abi, yapacaksın, yaparsın. Ben hep böyle yaptım, hep de yaptım. He, yapamadığım şeyler olmuştur elbette, ama önemsiz, dişe dokunur şeyler değil."

-"Bilmiyorum. Fazla özgüven felakete sürükler adamı, göt kalkmasın moruk, ne havada olsun ne de yerde."

Konuşma seyrinde devam ederken, bir patlama oldu. Oturdukları çay bahçesina yakın bir yerde olduklarını tahmin edebiliyorlardı, zira önlerindeki tavlanın pulları patlamanın etkisi ile hareket etmişti.

-"Abi, ben gidip bir bakayım ne oldu diye."

-"Dur, ben de geliyorum; şu hesabı ödeyeyim."

Hesabı ödeyip, dumanın geldiği tarafa gittiklerinde, yerde bir kız yatıyordu. Tanınmayacak hale gelmişti yüzü, vücudu, her yeri... Arkadaşının telefonu çalmış ve aniden ailesinin yanına dönmesi gerekmişti. Yerdeki cansız beden ile başbaşa kaldığını hissediyordu, ama oysa yanında memleketimin olmazlarsa olmazları meraklı kalabalık vardı. Belki etrafında bir yaygara kopuyordu, belki birileri bağırıyordu. Ama o halen yerdeki cesede bakıyordu. Einstein'ın dediği gibi zamanın göreceli olduğunu, an itibari ile yaşıyordu. Zaman kavramı 60 dakikanın 1 saate denk geldiği değil, saniyelerin yıllara tekabül ettiği başka bir boyuttaydı.

Yerdeki kız, onun sevgilisiydi. Evet, bu ancak filmlerde ya da ağır sıkıcı romantik duygu sömürücü hikayelerde olurdu. Ama bu kez onun başına gelmişti. Yarım saat kadar önce konuştuğu, ve kendisinden çok uzakta olduğunu düşündüğü sevgilisi tanınmayacak halde yerde yatıyordu.

-"Keşke, üsteleseydim, yalan söylediğini hissetmiştim. Ah, salak ben!"

Beyni saniyelerin yıllara tekabül etmesine inat yaparcasına çok hızlı çalışıyordu. Aklından yaptıkları; daha doğrusu hiçbir zaman yapmadığı şeyler geçiyordu. Hiçbir zaman üstelemiyordu dediklerini sevgilisinin. Dediği şey ya doğruydu ya da yalandı. Ama hiçbiri onun umurunda değildi, çünkü o, oydu. Götü daima havada olan şahıstı. Ve bu ona felaket getirmişti, sevgilisini öldürmüştü...

Kendine geldiğinde üstündeki gömleğin terden sırılsıklam olduğunu fark etti. Kabus gördüğünü düşündü, ki buna kendini inandıracak bir sürü delil vardı kendi kafasında.

-"Sonsuz karanlık, kırmızı, yanıklar..."

Elini yüzünü buz gibi su ile yıkadı. Kendine gelir gibi oldu. Bir çay koydu, hemen sigarasını da yaktı. Balkona çıkmak için kapının sürgüsünü yana kaydırmayı denedi ama başaramadı. Elleri neredeyse tutmuyordu. Diğer elindeki bardak, kendini yerde zilyon tane parçaya ayrılmış vaziyette buldu. Kapının camından kendisine baktığında, yüzünde kırışıklıklar kamp kurmuştu. Televizyonu açmak için hamle yaptığında, elleri ona ağır geldi. Zor da olsa televizyonu açtığında da kendini gördü... Korkudan kaskatı kesilmişti. Ellerinde yaşlılara özgü kahverengi beneklerden türediğini fark etti. Ağlamak için bir an ayağa kalktı ama bunu da başaramadı. Sanki her şey yok oluyordu. Her şey, ama her şey...

Yaşamını boşa idam ettirdiğini fark ettiğinde, televizyonda gençliğini gördü. Ona, evet anlamında kafa salladığını sandı bir saniyeliğine...

-"Ben bir katilim, ben bir katilim."

-"Evet, ben kahrolası bir katilim. Kendimi öldürmek ile kalmadım etrafımdakileri de öldürdüm! Siktir! Siktir!"

"Öldüğünü anladığında, her şey için çok geçtir."




9.2.10

Obsession

-''Aptal!, takılıp kalmışsın kaç senedir! Hastalıklı olmuşsun! ''

Takıntılarımız bize yön veriyor. Her nefes alışımızda o takıntı burnumuza hava olarak girip, ciğerlerimizde alveollere baskı yapıyor. Tamamen hastalıklı, tamamen köşeye sıkışmış...

-''Hala onun için mi ağlamak istiyorsun? O kadar uzun zaman oldu beyinsiz, nasıl hala kalbinde pompalanan kanda olduğunu söyleyebilirsin? ''

Yenilgidir bunun adı.
-''Salak''

Yaşadıklarına takılı kalmaktır. Ondan kaçarken; kendine güvenli bir oda buldum diye sevinirken, aslında o odanın içinde tekrar karşılaşmaktır takıntılı olmak. Ve o odadan çıkamamaktır. Bir koku, bir mekan ya da bir melodinin notası bile senin içindeki hastalıklı organları titretmeye yetiyordur.

-''Get over it man, really...''

Atlatamıyorum, nedense. Takıntılı olmak hoşuma mı gidiyor?

İşte bu kötü dostum. Gerçekten çok kötü. Takıntının verdiği acıyı sevmeye başlamak, senin bittiğinin göstergesidir.

Hayır, hayır. Ben sadece geçmişe ihanet etmek istemiyorum.
''Hah hah, sen ona ihanet edip aldattın, geçmişe mi ihanet etmekten korkuyorsun. Güldürme beni

Ah, evet haklısın. Ama bari geçmiş kalsın elimde. Yoksa onca zaman ne olacak? Eh, ben de böyle düşünmeye başlamışsam şayet, işler yolunda değildir heralde.

Yağız, o kadar mal ki, hala aynı şeylerde takılı kalmış. Aşamamış kaç yıldır olanları. Yedirememiş.
Acınacak halde olmayı yediremiyor kendine. Hep güçlü olmalı, çünkü güçsüzler salaktır!

Ben de salağım artık. Herkese söyleyebilecek kadar hem de.


-''Get over it man.''