8.11.10

-Bırak beni, bırak dedim sana!


Kendi kendini tutmuştu. Kendi beynini, kendi bedenini… Obsesyonuydu bunu yapan, kendi değildi. Ya da böyle diyerek kandırıyordu kendini; kendisinden bir başka “kendi” yaratmıştı.

Öğlene doğru uyandığında gözlerini hiç açmamıştı. Kör olmayı ve birazdan göreceğini tahmin ettiği şeyleri hayatının hiçbir zavallı evresinde görmek istemiyordu. Durdu. Nefesini yavaşlattı, kalp atışlarını dinledi. Karnının yatak ile birleştiği noktasından, orman davulcuları son konserlerini verirmişcesine gümbürtü çıkıyordu. Sakin oldu. Yavaşça doğruldu. Gözleri hala kapalıydı, hala inkar etmek ve her zaman yaptığı gibi gerçekliği kafasının arkasına atıp dışarı çıkmak istiyordu. Ayaklarına odaklandığını düşünerek gözlerini açtı. Bilinçaltı genital bölgesini görmesini istiyordu besbelli ki, gözlerini açtığında ilk gördüğü şey o oldu. Kendinden tiksindi. Kadınlığından tiksindi…

-Bunlara son vermeliyim. Son vermelisin. Duyuyor musun beni piç kurusu! Bunlara son vermeliyiz!

Odada tek düzenli gibi gözüken, yatak başlığında ters duran küllüktü. Garip bir hava yaratmıştı o bölgede. Sanatın sanat için olduğunu söyleyip şarap içmekten başka bir bok yapmayan (tabii o mükemmel fularlarını da unutmamak lazım) sanat galerisi sahiplerinin üzüm bağı kokulu fahiş fiyatlı sergilerinden bir parçayı andırıyordu. Bakıp da kimsenin bir anlam veremediği zırvalıklardı. Tavandaki aspiratör orta seviyede dönüyordu. Bir pervanesinin ucunda elbise asılı halde vals yapıyordu onunla. Obsesif birisi bütün gün onu izleyip türlü sapıklık ve sapkınlıklar düşleyerek izleyebilirdi. İki tane ucuz ahşaptan tabure odanın ortasında parçalanmış şekilde duruyordu. Şu düz aksiyon filmlerinden bir sahne bu odada çekilmiş gibiydi. Kırılan bardak parçaları odaya ayrı bir spagetti filmi havası da vermiyor değildi.

Pes etmeyi düşündü. Bütün hayattan, bütün yaşadıklarından pes etmeyi düşündü. İlk defa bu kadar güçlüydü bu istek. İçindeki bastırılamaz sonsuzluğa karışma hissi onu tahrik bile ediyordu. İstemsizce kendi kendisini okşamaya başlamıştı. Yanağını, boynunu, memelerini… Daha sonra düşünceler ani bir hamle ile zehrini avına zerk etmek isteyen bir yılan misali beynine hücum etti. Ya sonsuzlukta o yoksa?

-Her günüm ve gecem aynı. Aynı saplantılı düşüncede kaldı. En olmayacak boktan bir şey bile aklıma getiriyor. Bıktım senden. Bıktım! Ne ölebiliyorum ne de yaşayabiliyorum. Yalvarmıyorum da artık sana. Sadece… Yok olmanı istiyorum…

Etraf gayet düzenliymiş, evin normal hali böylemiş (ki zaten ev hep böyle idi) gibi mutfağa kendine sert bir kahve yapmaya gitti. Dağınıklığın üzerinden dağa seke seke çıkan bir ceylan zarifliğinde geçti. Sakindi. Çok yavaş ilerliyordu sanki zaman. Ya da öyle olmasını istediği için öyle düşünüyordu. Kim bilir, zaman göreceli bir şeydi.

Kahvesine şeker koymazdı. Çok çok az süt koyardı. Kahve ona güç veriyordu sanki. Amerika kıtasındaki büyücülerin yarattığı şeyler olarak hep hayal ederdi kahve çekirdeklerini. Kahveyi ise iksir olarak görürdü. Bilirdi saçma olduğunu ama bir kere bir düşünce kafasına yer ettiği zaman hiçbir şekilde değiştiremezdi. Belki hastalığı buydu. Belki, en doğrusu da buydu…

Bilerek yapmamıştım. Bilmiyordum. Lütfen izin ver artık. İzin ver ki kendimi sonsuzluğa atabileyim artık lanet olası hayalet!

Yıllar önce sevgilisi vardı bu evde. Kendini asmıştı. Sonsuzluğa bilet aldım diye bir not bulmuştu sabah adamın normalde yattığı tarafta. Geç kalmıştı. Obsesif birisi ile yaşadığı için o da obsesif olmuştu. Bulaşıcı mıydı ki bu? Paranoyaklık gibi miydi?

Kafasındaydı her şey kadının. Kadınlığı da kafasındaydı, düşünceleri de. Bedene hapsolmuştu. Düşünsenize, bir bedene hapsolduğunuzu. Düşünüyorsunuz, ama eyleme geçiremiyorsunuz! İstiyorsunuz, ama yapamıyorsunuz! Bir kemik çatısı altında hapis hayatı. Yemek de yok, açık hava da yok ve en kötüsü de görüşme izni yok!

Düşüncelerine takılıp kalmıştı. Kendi ektiği tohumları beslemişti ama hiç özen göstermemiş ve bu yüzden de etrafında yeşeren sapkın düşüncelerin zararını ve korkunçluğunu fark etmemişti. Şimdi ise beyni tamamen bir yabani ot tarlasıydı. Başkasının kabusunu yaşıyordu. Başkasının kabusunu yaşamak…

Şizofren teşhisi konulmuştu ilk. Obsesif olduğu da anlaşıldı. Hastanede tedavi de gördü. En sonunda ıslah olmaz dediler ve dünyaya saldılar ikisini. Biri yürüyor diğeri sapkın düşünceler doğuruyordu. Bazen karşı koyuyor bazense boyun eğip sapıklık yapıyordu. Ama bir türlü sonsuzluğa karışamıyordu çünkü beyni bunu reddediyordu. Beyni yaşamak istiyordu. Beyni ele geçirilmişti. Başkasının bedeninde miydi yoksa başkasının beyninde miydi. Hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Her şeyini yitiriyordu. Algıları kapanıyordu. Farkındalığı yok oluyordu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder