5.2.11

Et Kokusu

iPod’unu şarj etmemesinin bedeliydi etrafındaki et yığınlarını dinlemesi. Et yığını olarak görüyordu. Tren yolculuğu zaten saatler sürecekti. Yatağında uzanmış, arkadan gelen müzikle hayallerini senkronize edip baygınımsı sürece girmek istiyordu. Tek isteği buydu. Ekstremitelerinin bariz hissedilen soğukluğunu gidermek için, altındaki yorganı ayaklarının üzerine dolamak, ellerini ise bacaklarının arasına sokmak istedi. Bacaklarının soğuğu alıp, ellerinin de bacaktan gelen ısı ile ısınması arasındaki ısı değişimlerinden muazzam bir haz alıyordu. Ama bu siktiği treninde rahatsız koltuktaydı. Tek tesellisi cam kenarını kapmak olmuştu.

Yanında takım elbiseli bir CEO çakması oturuyordu. Çaprazındaki kadının ise sadece harika seksilikteki topuklu ayakkabısı ile dizine kadar çektiği beyaz dantelli kalın çorabı gözüküyordu. Tren sallanıyordu. Işıklar çok dandikti, aydınlatalım mı karartalım mı diye düşünüyor gibiydi. Arada da burnuna sidik kokusu geliyordu. Keskin değil ama beyni onu keskinleştiriyordu. Sonra burnundaki koku alma hücreleri yorulduğu için duymamaya başlıyordu. Bu sefer de kendine lanet edecek bir şey arardı.

Hayatını zorlaştırıyordu. Hayatı zorlaştırıyordu. Hayat zordu. Hayat…

iPod’una lanet okudu, kendi beynini sikmek istediğini söyledi.

-“Bok vardı amına koyayım şarj etmedim. En ufak bir şeyde hemen uçuyor aklım. Öf!”

Yanındaki adam hayret ve de küçümseyerek baktı.

Bu bakışı tanıyordu. Boklar içerisinde yoklukta geçirdiği hayatını, iyi kötü bir üniversite okuduktan ve de ortalama bir işe, ki o iş daima takım elbise giyme zorunluluğu getiriyordu, girdikten sonra ortam yapıp, kendini bir bok sanan puştların özel bakışıydı. Sanki hiç o boklarda hiç yüzmeyi öğrenmemiş de, babasının evindeki havuzda yüzerek gelmiş gibi, her saçma ve anlamsız harekete ‘zavallı bok’ bakışıydı bu. Esas derdi kendini üstün görmek değildi bu bakışı atarken. Yeni edindiği çevreden mütevellit bu tip “bok”larla iletişim kurmaya korkmasıydı.

Kadın topuklu ayakkabısını sallıyordu. Tren de sallanıyordu. Senkronizasyon çok boktandı, ve bu da sinirlenirini bozuyordu. Arada senkron eşitlenip hemen bozuluyordu.

Mesanesi dolmuştu. Yanındaki CEO bozmasına “pardon” demeden, yararcasına koridora attı kendi. Başı ne eğik ne de dikti. O ikisinin ortasındaki muazzam ölçüyü çok iyi koruyordu. Giderken topuklu giyen kadına bakmadı. Dönüşte elbet görecekti.

Sifonu çekti. Elini suya değdirdi ve çekti hemen. Narsistliğinin sonucu olan ayna ritüelini yaptı. Nefesini verdi ve kapıyı açtı.

Topuklu ayakkabıdan kadın tahlilinin yüzde %30’luk oranı çıktı. Yani kadın çirkindi. Ama topukluluarı hormonlarını muazzam ölçüde arttırıyordu. “Sıçayım böyle işe” dedi içinden.

Yerine geçti. Kafasını cama dayadı. 2 dakika sonra acaba camı yağladım mı diye baktı, pek bir şey yoktu. Hem onun verdiği rahatlık hem de trenin nahoş sallanması hemen uyumasını sağladı.

Tren gara gelmiş, yolculuk bitmişti. Sırt çantasını kapıp hemen bir sigara patlattı.

Geçici yeni yaşamına adım attı. Adımlarını sıklaştırdı. Yüreğindeki sıktı. Her şeyi sildi.

Et yığınlarına dokunmamaya gayret göstererek şehre adımını attı.

12.11.10

Mesela sana aşık olsam. Bildiğin aşık olsam. Her türlü fizyolojik özelliklerini kendimde görebilsem.

Ama işte hep o eski zamanlarla mı kıyaslarım ki seni?

Hoş zaten, hep o açığı kapatmak için uğraşmıyor muyum? Hep, “acaba?” demiyor muyum.

Mesela sana aşık olsam. Onunlaykenki gibi olur muyuz? Hatta onu geçip merkezim sen olur musun?

Mesela sana aşık olsam.

Cidden aşık olsam.

Ne güzel olurdu be amınakoyayım aşık olsam…

8.11.10

-Bırak beni, bırak dedim sana!


Kendi kendini tutmuştu. Kendi beynini, kendi bedenini… Obsesyonuydu bunu yapan, kendi değildi. Ya da böyle diyerek kandırıyordu kendini; kendisinden bir başka “kendi” yaratmıştı.

Öğlene doğru uyandığında gözlerini hiç açmamıştı. Kör olmayı ve birazdan göreceğini tahmin ettiği şeyleri hayatının hiçbir zavallı evresinde görmek istemiyordu. Durdu. Nefesini yavaşlattı, kalp atışlarını dinledi. Karnının yatak ile birleştiği noktasından, orman davulcuları son konserlerini verirmişcesine gümbürtü çıkıyordu. Sakin oldu. Yavaşça doğruldu. Gözleri hala kapalıydı, hala inkar etmek ve her zaman yaptığı gibi gerçekliği kafasının arkasına atıp dışarı çıkmak istiyordu. Ayaklarına odaklandığını düşünerek gözlerini açtı. Bilinçaltı genital bölgesini görmesini istiyordu besbelli ki, gözlerini açtığında ilk gördüğü şey o oldu. Kendinden tiksindi. Kadınlığından tiksindi…

-Bunlara son vermeliyim. Son vermelisin. Duyuyor musun beni piç kurusu! Bunlara son vermeliyiz!

Odada tek düzenli gibi gözüken, yatak başlığında ters duran küllüktü. Garip bir hava yaratmıştı o bölgede. Sanatın sanat için olduğunu söyleyip şarap içmekten başka bir bok yapmayan (tabii o mükemmel fularlarını da unutmamak lazım) sanat galerisi sahiplerinin üzüm bağı kokulu fahiş fiyatlı sergilerinden bir parçayı andırıyordu. Bakıp da kimsenin bir anlam veremediği zırvalıklardı. Tavandaki aspiratör orta seviyede dönüyordu. Bir pervanesinin ucunda elbise asılı halde vals yapıyordu onunla. Obsesif birisi bütün gün onu izleyip türlü sapıklık ve sapkınlıklar düşleyerek izleyebilirdi. İki tane ucuz ahşaptan tabure odanın ortasında parçalanmış şekilde duruyordu. Şu düz aksiyon filmlerinden bir sahne bu odada çekilmiş gibiydi. Kırılan bardak parçaları odaya ayrı bir spagetti filmi havası da vermiyor değildi.

Pes etmeyi düşündü. Bütün hayattan, bütün yaşadıklarından pes etmeyi düşündü. İlk defa bu kadar güçlüydü bu istek. İçindeki bastırılamaz sonsuzluğa karışma hissi onu tahrik bile ediyordu. İstemsizce kendi kendisini okşamaya başlamıştı. Yanağını, boynunu, memelerini… Daha sonra düşünceler ani bir hamle ile zehrini avına zerk etmek isteyen bir yılan misali beynine hücum etti. Ya sonsuzlukta o yoksa?

-Her günüm ve gecem aynı. Aynı saplantılı düşüncede kaldı. En olmayacak boktan bir şey bile aklıma getiriyor. Bıktım senden. Bıktım! Ne ölebiliyorum ne de yaşayabiliyorum. Yalvarmıyorum da artık sana. Sadece… Yok olmanı istiyorum…

Etraf gayet düzenliymiş, evin normal hali böylemiş (ki zaten ev hep böyle idi) gibi mutfağa kendine sert bir kahve yapmaya gitti. Dağınıklığın üzerinden dağa seke seke çıkan bir ceylan zarifliğinde geçti. Sakindi. Çok yavaş ilerliyordu sanki zaman. Ya da öyle olmasını istediği için öyle düşünüyordu. Kim bilir, zaman göreceli bir şeydi.

Kahvesine şeker koymazdı. Çok çok az süt koyardı. Kahve ona güç veriyordu sanki. Amerika kıtasındaki büyücülerin yarattığı şeyler olarak hep hayal ederdi kahve çekirdeklerini. Kahveyi ise iksir olarak görürdü. Bilirdi saçma olduğunu ama bir kere bir düşünce kafasına yer ettiği zaman hiçbir şekilde değiştiremezdi. Belki hastalığı buydu. Belki, en doğrusu da buydu…

Bilerek yapmamıştım. Bilmiyordum. Lütfen izin ver artık. İzin ver ki kendimi sonsuzluğa atabileyim artık lanet olası hayalet!

Yıllar önce sevgilisi vardı bu evde. Kendini asmıştı. Sonsuzluğa bilet aldım diye bir not bulmuştu sabah adamın normalde yattığı tarafta. Geç kalmıştı. Obsesif birisi ile yaşadığı için o da obsesif olmuştu. Bulaşıcı mıydı ki bu? Paranoyaklık gibi miydi?

Kafasındaydı her şey kadının. Kadınlığı da kafasındaydı, düşünceleri de. Bedene hapsolmuştu. Düşünsenize, bir bedene hapsolduğunuzu. Düşünüyorsunuz, ama eyleme geçiremiyorsunuz! İstiyorsunuz, ama yapamıyorsunuz! Bir kemik çatısı altında hapis hayatı. Yemek de yok, açık hava da yok ve en kötüsü de görüşme izni yok!

Düşüncelerine takılıp kalmıştı. Kendi ektiği tohumları beslemişti ama hiç özen göstermemiş ve bu yüzden de etrafında yeşeren sapkın düşüncelerin zararını ve korkunçluğunu fark etmemişti. Şimdi ise beyni tamamen bir yabani ot tarlasıydı. Başkasının kabusunu yaşıyordu. Başkasının kabusunu yaşamak…

Şizofren teşhisi konulmuştu ilk. Obsesif olduğu da anlaşıldı. Hastanede tedavi de gördü. En sonunda ıslah olmaz dediler ve dünyaya saldılar ikisini. Biri yürüyor diğeri sapkın düşünceler doğuruyordu. Bazen karşı koyuyor bazense boyun eğip sapıklık yapıyordu. Ama bir türlü sonsuzluğa karışamıyordu çünkü beyni bunu reddediyordu. Beyni yaşamak istiyordu. Beyni ele geçirilmişti. Başkasının bedeninde miydi yoksa başkasının beyninde miydi. Hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Her şeyini yitiriyordu. Algıları kapanıyordu. Farkındalığı yok oluyordu…

7.11.10

Hava pusluydu yeraltında her zamanki gibi. Ölmüş; iç organları diğer türdaşları tarafından kemirilmiş fareler, yemeğe rastgele atılan tuz partikülleri gibi serpilmişti nemli zemine.

Yeraltı canlıydı. Yeryüzünün o kalabalık, samimiyetsiz ve şehvet düşkünü yaratıkları sayesinde yeraltı bu denli canlı ve gerçekti. Biri olmadan diğeri asla var olamazdı. Denge her şeyin içerisindeydi. Birbirlerinden feyz aldıkları hiçbir delil ile kanıtlanmasa bile görmemek için kör bir insanın göz sinirlerine sahip olmak lazımdı.

Yeraltı karanlıktı. Bunun sonucu da yeryüzü aydınlıktı. Denge.

Yeraltında insanlar vardı. Gerçek insanlar. Farkındalıklarını ispat etmiş insanlar. Duygularının ne demek olduğunu bilen insanlar. Seks için insanların zorla kuytu yerlere götürülmediği insanlar. Tabu kelimesinin lugatlarında var olmadığı insanlar. Varlığı kanıtlanmamış mitlerin varlığından bi’ haber insanlar. Gerçeklik ile yaşayan insanlar. hominoidea sınıfından olduğunu bilen, kendisinin de bir hayvan olduğunu bilenler.

Yeryüzü çirkindi. Korunmak için kireçten yapılar yaptılar. Neyden korunacaklardı ki? Doğadaydılar gene. Rüzgardan korundular ama depremden kaçamadılar. Yağmurdan korundular ama selden kaçamadılar. Yaşamak için yaptıkları yapılar onların mezarı olmuştu. Doğaya sırt çevirmek olur muydu, doğada yaşama adım atanlar için?

Av-avcı ilişkisini unutalı çok mu oluyordu yeryüzündekiler için? Aynı ortak atayı paylaştığı diğer canlıları zorla çiftleştirip yemek de neydi? Kimdi ki onlar? Neden bu kadar çabuk geldikleri yeri unutmuşlardı ki? Çok heyecanlıydılar. Belki de bu yüzden erken evrilmişlerdi. İki ayağı üzerine durup konuşabilmişlerdi. Yeryüzünde kim iddia edebilirdi ki bir antiloptan daha rahat yaşam sürdüğünü? Televizyon izlemek mi daha iyi yaşamdı? Adaletsiz adalet sistemi mi daha rahatlatıyordu evde seks yaparken yeryüzündekini? Güçsüz olan gene güçsüzdü. İnsanı da güçsüzdü antilobu da. Kural böyleydi. Doğa kuralıydı, kim karşı gelebilirdi, kim durabilirdi veya durdu bugüne kadar bir tornadonun karşısında? Duramadı kimse. Durmuş gibi yapan kandırıkçı alçak güçsüzler de doğaya tamamen karşı geliyordu. Hem de o ırkı yönetiyordu. İki dudağı arasıydı her şey. Ama doğa affetmezdi. Hiçbir zaman da affetmedi.

Yeraltındakiler utanç duydular. Doğayı yok ettikleri için. Kendilerini bir bok sanan ırkdaşlarından nefret ettiler. Farkındalıklarını kavrayamadıkları için uzaklaştılar. Gidilecek yer yoktu yeraltından başka. Yeraltıydı. Gerçek olan, doğal olan. Yalan olmayan. Süslü şeylerler değil güçlü şeylerle yaşanılan. Bir ağaca can verdiler. Bir deve sineğine yemek verdiler. Evrildiklerinin farkındalığındaydılar. Okudular. Irkdaşlarının yediği bokları okudular. Okumak lazımdı, çünkü okumak onların ırkına mahsustu. O yüzden okumalıydılar. Dinlemeliydiler. Dinlemek… Yeryüzü hiç dinlemiyordu. Okumuyordu. hiç avlanmadan yiyor, yatıyor, sevişiyor ve uyuyordu. Yalancı şerefsizlerin soyunu devam ettirmek için de dişlinin çarkı gibi aksatmadan çalışıyorlardı. Sistem böyleydi. Ne olduklarını unutmuşlardı. Özelliklerini bilmiyorlardı artık.


Yeraltı biliyordu. Yeraltı okuyordu, yeraltı dinliyordu. Yeraltı avlanıp, yiyordu. Yeraltında güçlüler vardı. Salt güçlüler. Güçlüler sevişiyordu…

18.9.10

D-Tox Your Life

Radyoaktif maddeler yavaşça vücudumuza nüfuz eder. Orada kalır ve bütün hücrelere yayılmak için gizlice çaba sarf eder. Uzun bir süre boyunca da varlığını hissettirmez. Hissettiğiniz anda da zaten her şey için çok geçtir. Lezyonlar çok hızlı biçimde vücudun her zerresinde kendini hissettirir.

Madam Curie Toryum ve Radyum ile yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi buldu ama farkında olmadan da hayatını yok etti. Maruz kaldığı o radyoaktiflik sonucu iç organları içeriden çürümeye başlamıştı. Tabii ki farkında değildi bunun. Hissettirmeden, gizlice ölüme sürüklemişti mükemmel bilim kadınını.

Buna benzeyen bi' şey var hayatımızda.

İnsanlar!

Bir anda girerler hayatımıza. Uzun ve sürekli maruz kalırız o insanlara. Fark etmeyiz hiçbir şeyi. Ta ki o kaçınılmaz sonu görene kadar, hissedene kadar. Ama yukarıdaki benzerlik gibi, fark ettiğimiz anda her şey için çok geçtir. Kaybettiklerimize mi üzüleceğizdir bu esnada yoksa nasıl bu kadar sinsiliğe yenildiğimize mi?

Her zaman sonuç vermese de, bu tip durumlarda detoksifikasyon işe yarayabilmektedir. Başka maddelerin bileşimi ile etkisiz hale getirmektir detoksifikasyon.

Hissedin.
Tadın.
Dinleyin.
Görün.
Koklayın.

Tabii ki hiçbirimiz anlayamayız, hangi insanın yanında olduğumuzda içimizin çürüdüğünü. Ya da bizi yok ettiğini. İnsanlar en büyük atıktır. En büyük zehirdir. Ve biz de bu zehre sürekli maruz kalanlarız.

Toksikliğin ölçüleri vardır. Aynı etrafımızdaki insanlara verdiğimiz sıfatlar gibi.

Dostun daha az zararlıdır ama anlık olarak bile saldığı zehir en tehlikelisidir.
Arkadaşın daha zararlıdır. Anlık pek etkisi olmaz bünyeye. Uzun zaman maruz kalınırsa geri döndürülemez lezyonlara gebe bırakır sizi.
Ortamdaki herhangi biri hiç zararlı değil gibi gözükür, ama unutulan bir şey var burada. Ortamdaki kişi senin dostunun veya arkadaşının dostu olabilir. Uzun veya kısa süreli zehrine maruz kalmış olabilir. En nihayetinde o ortam sonucu artık sen de o bok şeye maruz kalmışsındır.

Geçmiş olsun...


Hepimiz birbirimizi zehirliyoruz.

Ve bu zehirden kurtulmak için de türlü kombinasyonlar deniyoruz. Yeni dostluk kombinasyonu, yeni arkadaş kombinasyonu vs vs.

Farkına varın ve hayatınızı kurtarın. Arının, arındırın. Kendinizi de lütfen zehir salmaktan alıkoyun. Hem siz yeni zehirler bulup ondan arının, hem de etrafınızdakilere o zehri saldıktan sonra arındırtın.


D-TOX YOUR LIFE

Ps: Fotoğraftaki de benim, yapan eden de benim.

8.9.10

Şimdi Anladım Biliyor Musun?


3 yıl sonra tekrar gördüm seni. Sen beni fark etmedin bile.

Senin olduğunu bilmeden "Oha, ne güzel hatunmuş tam benlik." dedim ve adımlarımı sana doğru sıklaştırdım. Sen sağa dönüp eczaneye girdiğinde ise seninle tekrar tanıştım...

Elim ayağım titredi.

Bütün hayati sıvım beynime hücum etti.

Öylece baktım.

Kendimi dışarı atsam mı diye düşündüm; ama sonradan fark ettim ki zaten dışarı kaçmışım.


Neden böyle oldu ki? Neden yani? O kadar zaman geçmesine rağmen neden seni görmeye böyle bir reaksiyon verim ki? Seni kaybetmekten korkuyordum hep, kaybedeceğimi hissettiğimde de hep bunlar olurdu; ama olay şu ki, ben seni zaten 3 ıl önce kaybettim!


Aklıma zamanında hiç de önemsemediğim bir olay geldi. Ve bunu şu an çözebilmenin verdiği acıyı tüm kan pulcuklarım bile hissetti.

İlişkimizin en çetrefilli olduğu zamanların başıydı, ya da belki de ilk olayıydı.

Gene boktan bir şeye kavga ediyorduk. Tek odalı evimiz(Ah, evimizdi o değil mi? Pislik!)in odasına gitmiştin bana laflar söylenerek. Ben de oralı olmayarak salonda bilgisayar başında kalmaya devam etmiştim. Ya da televizyon izliyordum. Neyse, önemi de yok zaten!

Uzun süre sesin çıkmadı. Sonra ağlayarak tuvalete gitmiştin. Kapıyı kilitlemiştin. Bir terslik olduğunu anladım ve kapıyı zorladım. Zorla girdim içeri. Panik atak var bende, bilmiyordun. Ben de bilmiyordum o zamanlar tabii.

Boş filtreleri gördüm. İçmiştin bir sürü anti-depresan ve uyku hapını.

Binbir zorlukla kusturdum. Ağladım. Yalvardım. Bağırdım. Ama çıkarttırdım bütün o hapları.

Sonra odada dizimde bütün gece ağladın. Bense hiçbir şeyi fark etmeden seni izledim. Seni tekrar kurtardığımı düşündüm. Çok komik değil mi?

Ama fark ediyorum ki, sen zaten beni uyarmak istemişsin. Zaten hap alarak intihar etmek isteyenler uyarı vermek istemez miydi, yardım çağrısı değil miydi? Ben bunu fark edemedim işte...


Benden kurtulmak için içmedin sen onu ya da beni korkutmak için de değildi. Bana uyarı vermek içindi. Ve inanır mısın ben bunu ayrıldıktan 3 sene sonra seni tekrar gördüğümde fark ettim. Acı oldu.

Hala benim için en "taş" hatun sen olacak. Çünkü sen benim istediğim yaşamımdın. Yaşadım seni. Yaşadık bizi. Öldük sonunda da. Her yaşayan organizma gibi.

Ama hala nefret ediyorum senden bunu da bil oldu mu?

4.9.10

Every Day is Exactly the Same

Düzenli bir iş.

Düzenli bir hayat. (Benim için tabii)

Düzenli beslenme.

Düzenli bir şeyler.

Düzenli...

İşe girdiğimden beri hayatım düzenli şekilde gidiyor. Düzen kelimesini duyduğum an tedirgin olan ben, düzen içerisinde olmaktan mutlutum. İnsanlar gerçekten değişebilir mi yoksa? Hayatım boyunca hep aksini gördüm ve de yaşadım ama bu son dönemler gerçekten benim için soğuk bir duş etkisi yarattı.

Hayatım 21 yıldır hiç olmadığı kadar güzel ve mutlu şekilde devam ediyor. Birkaç eksik şey olduğunu hissediyorum ama elimdekilere bakıp "eeh, sikerler şu an mutluyum ve buna bir şey daha eklenirse kesin mutsuz olurum" deyip müzik dinlemeye devam ediyorum. Şu an optimum seviyeye ulaşmış durumdayım. Benim hayatıma yeni girecek bir şey bu optimumu bozup bambaşka yerlere çekebilir ve beni istemsizce mutsuzluğa ya da başka bir şeye çekebilir.

Dengeli olmayı öğrendim.

Düzgün olabilmeyi öğrendim.

Zamanımı adam gibi değerlendirmeyi ve dinlenmenin önemini kavradım, ki daima aylaklık yapan birisi için çok önemli bir şey bu.

Hayatıma yeni bir sayfa açtım gibi bir şey yazmak istemiyorum. O yüzden şöyle diyeceğim;

Anka Kuşu benim en iyi arkadaşımdı. Hep ona bakar ve yaptığının ne kadar zor ve de saygı duyulması gerektiği konusunu kafamda sadece uzaktan bakarak dillendirirdim. Denemeye kalkışmamın bile bana yorucu geldiğini hissediyordum o zamanlar, rutinimi değiştirmek ölümdü benim için. Ama sonrasında bir şey oldu, o en iyi arkadaşım bunu yapmamaya başlamıştı. Yok olmuştu ortadan. Etrafımda küllerinden doğan arkadaşımı görmek, ben yapmışcasına tatmin ediyordu beni. Ama tatminsiz kalmıştım o gidince. Çok acılar çektim. Hiçbir şey yapmamak için hiçbir şey yapmıyordum gene. Ama sonra bir sabah kalktığımda nedenini düşünmeden kendimi yakmıştım. Küllerden ibarettim. Böyle kalmayı düşündüm. Rahattı. Huzurlu gibiydi. Bunları ve daha fazlasını düşünürken kendimi tekrar et ve kemikten oluşmuş buldum. Kendimi yeniden buldum! Kendimi! Beni! Ah, Anka; sadece bir efsaneden ibaretsin oysa ki...

Nine Inch Nails - Everyday is Exactly the Same şarkısına ithaf edilmiş bir yazı değildi bu. Sadece feyz aldım.

9.8.10

What a Great Lyrics

05:17 itibari ile kuşlar hafiften cıvırdamaya başladı. Uykum pek yok. Loop'a aldım bu lanet şarkıyı.

Her sharpened nails in my flesh make me crave for more
Her chilling cold caress makes me feel so warm
She's my addiction, the one... the one i love , my whore
She's my redemption, the one... the one i hate and adore

And with her i die
And for her i die
She's my mistress of pain

I burn in flames of lust... I covet, i crave, i desire
In her i lay all my trust as the flames grow higher
She's my addiction, the one...the one i love , my whore
She's my redemption, the one... the one i hate and adore

And with her i die
And for her i die
and therefore i sigh, she's my mistress of pain

5.8.10

Which Woman?


Senin için ne anlam ifade ediyorum dedi kadın adama. Adam da ağzına götürdüğü çatalı bir saniye durdurdu ve yemeğindeki salataya bakarak; "Kız arkadaş anlamını ifade ediyorsun." dedi.
Gülme ile iğrenme ortası bir tebessüm ile; " O zaman alışverişe götür kız arkadaşını." dedi kadın, birkaç damla gözyaşı akıtmakta da mani görmedi. Ağzındaki eti hunharca çiğnemeye çalışan adam tükürükler saçarak; " Hallederiz" dedi, ve patatesten bir ısırık attı ağzına.

Aylar, yıllardan dayak yememek için kaçtı, yıllar da diğer yıllardan dayak yememek için kaçtı...


İkisi evlendi. Bir gün adam oturmuş birası ile maç izlerken aniden televizyonu kapattı. Kadına döndü ve soğuk bir eda ile; "Senin için ne anlam ifade ediyorum?" dedi. Kadın da aynı soğuklukta cevap verdi; " Parası çok fazla olan bir koca anlamını ifade ediyorsun." Adam da neşeli bir tavır ile; "O zaman gidip film kiralayalım, beraber izleriz." dedi.

Ayrıldılar. Adamın çok fazla olan parası daha da çok fazla olmuştu yıllar fazlalaştıkça. Kadın da zaten para ile alabileceği her şeyi almıştı çok fazla parası olan adamdan. Adam da çok fazla parasını vermişti kadın için, hiç düşünmeden. Böylelikle beraber çıktıkları dağın zirvesinden tek başlarına inmeye karar vermişlerdi. Böylesinin daha heyecanlı olacağını düşünüyorlardı.

Kadın, adama durduk yere; " Senin için bir anlam ifade etmem lazım sanırım. Buna vereceğin cevap var mı?" dedi bütün içtenliği ve utangaçlığı ile. Adam da gözlerinin içine bakarak; "Çok fazladan çok fazla parası olan benim için, çok fazladan çok fazla olan paramın fazlaca bir bölümünü beraber paylaşacak sevgilim anlamına geliyorsun." dedi. Kadın bu hazır cevap karşısında afallamıştı. Fakat aklına gelen ilk şeyi bir çırpıda söyledi kadın; " O zaman alışveriş yapalım, çok fazladan çok fazla olan paradan fazlacasını eksiltelim." dedi. Adam da bir sürü banknot çıkarıp koydu kadının önüne. Ve; "İstediğini al, ben film izleyeceğim. Ne alınması gerektiğini bilirsin sen." dedi. Kalkıp gitti; kadını öyle paraların içerisinde yalnız bıraktı.

Aylar, yıllardan dayak yememek için kaçtı, yıllar da diğer yıllardan dayak yememek için kaçtı...



Adam arabada giderlerken aniden sordu soruyu; "Senin için bir şey ifade etmiyorum değil mi?" Kadın önce duraksadı, sonra da; "Bu nasıl bir söz öyle be adam! Kocamı ifade etmem gerekiyor ama ona da izin vermiyorsun!" dedi dalga geçilmiş mahallenin kabadayı erkek oğlanı gibi. Adam da aynı ses tonu ile cevap verdi; "Kocanın parasının olması lazım. Benimse çok fazladan çok daha fazla olan bütün param sadece biraz fazladan daha da az kaldı." dedi. Kadın az ileride bir toplu katliam görmüş gibi ağzını açtı. Aynı orantıda da gözlerini... Ama yaş gelmedi kadının o beyzbol topunu andıran gözlerinden. Zar zor bir cümle çıktı ağzından, silik bir şekilde; "Ben seni seviyordum, hala da seviyorum. Benim, senin sayende sahip olduğum gizli bir hesabım vardı. hep yarısından fazlasını oraya koydum, ve de hiç dokunmadım. Çünkü bir gün her şeyi tüketeceğimizi biliyordum. Çünkü bunları hesapladım, çünkü adi herif seni seviyorum. Parayı değil seni! Ve inan bana oradaki eder tamı tamına, çok fazladan biraz daha fazla." Adam ani bir fren yaptı. Kadın kafasını torpidoya vurmamak için emniyet kemerine sarıldı; faydası da olmadı değil. Adamın tek yaptığı gözlerine bakmak oldu. Gördüğü tek şey ise inmeye başlamış beyzbol topuna benzeyen o gözler oldu. Göz pınarlarına kadar neredeyse kuruydu kadın. Ve hile de yapmıyordu besbelli...

The crying woman is a scheming woman.